Hiç Söylemek İstediniz Mi?
Bazen söylenecekler dilimizin ucuna kadar gelir. Söylemek isteriz. İsteriz de, öyle kolay dile getiremeyiz. Kimse bizi dinlemiyorken konuşmak kolaydır. Peki birileri bizi dinliyorken konuşmak?
Süheyla Hanım da bu sorumuza ortak oluyor bu öyküde. Öykünün sonuna kadar söylüyor da söylüyor...
Süheyla Hanım da bu sorumuza ortak oluyor bu öyküde. Öykünün sonuna kadar söylüyor da söylüyor...
Söylemek İstesem
“Süheyla Hanım, aynı Süheyla Hanım.” Bir yandan “Hoş geldin” derken bir yandan da bunu söyledi. Ne demek şimdi bu? Yaşlanmamışsınız mı? Değişmemiş, gelişmemiş, ilerlememişsiniz; o zamanlar nasıl biliyorsak şimdi de öylesiniz. Ne zamandan beri biliyor beni? Yalnızca bir yıl görmedi, ondan önceki bir yıl da sürekli görmüştü, daha öncesi yok. Ne bilir aynı olup olmadığımı. Hemen hemen her ay bir şeyler diktirmek isterdi o aralar; pat telefon, “Süheyla Hanım, bu perşembe sizin için uygun mu, benim eski bir gabardinim var, etek için; kıza da bir elbise düşünüyorum, bir de...” Şimdi de öyle; konfeksiyon pahalı gelmiş, beden ölçüleri, kesimler birbirini tutmuyormuş, hem canım insan, vücuduna tam uyanı bir türlü bulamıyormuş zaten, çarşıya çıkıp saatlerce dolaşmak da cabası... Göğüsler küçük, basen geniş ya, üst 42 beden, alt 48, nereden bulacak vücuduna oturan elbiseyi? Siz de hiç değişmemişsiniz Figen Hanım, deseydim ya ben de! Ya da onun söylediği gibi: “Figen Hanım da aynı Figen Hanım'.”
Nerden bulmuş bu kumaşı, ninemden kalma. Paraya kıyıp yenisini almaz; kıyıda köşede ne bulmuşsa... Kıza bluz dikecekmişiz bundan. O, ben gelirken çıkan kız da -o değişmiş, aynı değil, boylanmış, genç kız kalıbına girmiş- hayatta bu bluzu giymez. Üstelik bebe yaka yapacakmışız. Ayol, bebe yaka mı kaldı artık; bizim çocukluğumuzdaydı bebe yakalar, şapşal yakalar, Amerikan yakalar. Bluz hele biraz beklesin bakalım. Önce elbiseleri keselim biz. Şu “boydan” modasının çıkması iyi oldu. Çırak giderken Hikmet Teyze'ye, nervürlerle uğraşırdık, göğüs pensi, sırt pensi, bel dikişi, elbise dedin mi bele tam oturacak, etekler kloş ya da daire kloş, astarlar, farbalalar... İyi ki de Hikmet Teyze varmış mahallede, iyi ki de bizimkiler okula göndermeyince annem “Eli iğne iplik tutsun,” deyip beni onun yanma vermeyi akıl etmiş. “Kocası kötü çıkarsa işine yarar, iyi çıkarsa kolunda bulunsun, altın bilezik, ister yabancıya, ister kendine. Hele eli biraz kırılsın.” Nur içinde yatsın, anacığım hayatta olsaydı da görseydi iki çocuğumu da elin dikişiyle büyüttüğümü. Bugünleri önceden bilmiş sanki.
“Neden, diye sormak yasak mı?” demiştim son gece. “Yasak!” demişti o da. “Neden?” dedim. Kötü bir şey yapacakmış gibi baktı. Ölecekmiş, öldürecekmiş gibi. “Yani neden yasak diye soruyorum,” dedim. Bakmadı bu sefer, şakaklarında birkaç damarın seğirdiğini gördüm. Epey sonra, sakinleştikten, gideceğini ve benim tepki göstermemeyi kabul ettiğimi sandıktan epey sonra, çok sıradan bir şey söylercesine. “Pek fazla bekleme beni,” dedi. “Gençsin güzelsin bulursun başka birini.” Ben ağlamaya başlayınca bunu söylediğinde de pişman oldu; ama söyledi bir kere.
Üç gün sonra geliyor. Bizi bırakıp gittiğinden beri ilk kez. Üstelik haber vererek, izin isteyerek, yabancı gibi. Çocukları çok özlemişmiş, beni de tabii. “Gözümde tüttünüz,” dedi. Biz tüteriz hep öyle zaten, madem gözünde tütecektik, niye gittin? Diyemedim, tutuldum kaldım. Sesinin rengini bile ayırt edemedim. Keyfi yerinde mi, ölesiye mutsuzluklarından birini mi yaşamakta gene? Bizi özledi mi gerçekten, bu da başka türlü bir veda mı?
Teyel ipliği nerede?
Figen Hanım, diye seslendim içeriye. Teyel ipliğini bulamıyorum.
“Ah, ben de ne unuttum diye düşünüyordum, dedi. Gitti, makinenin çekmecelerinden bir beyaz makara bulup geldi.
—Şu makaradan kullansak?
—Kullanalım da o iplik çok sağlam. Sonra iğneyle kurcalarken tel çekersiniz kumaştan.
Böylece teyel sökme işinin onlara ait olduğunu hatırlattım aklımca. Kızı, kardeşi, kim gelirse... Sürfileleri de onları yaptıracağım, ince dikişleri de. Ne bulduysa yığdı önüme. Bir günde bu kadar şey dikilir mi? İki etek, iki elbise, bir bluz. Geceye kalsam bile yetiştiremem. Aslında huysuzluğum sabahki laf yüzünden. Yalan söylüyor, aynı Süheyla Hanım değilim. Hem benim çektiklerimi çekip aynı kalabilir mi insan? Saçım beyazlamaya başladı bile. Yüzümdeki kırışıklar artacak, boynum buruş buruş olacak. Sonra yüzüm sarkacak, köpek yanakları gibi iki yanımdan sallanacak yanaklarım, burundan ağıza doğru derin, simetrik iki çizgi, bir gıdı... “alnımdaki hattı yaşamın matemi sanma!” Sıkılmış, bunalmış, artık evlere sığamıyormuş. Bir süre, kendisin! toparlayıncaya kadar... “Çocuklara zaten sen bakıyorsun, benim kazandığım ne?” Bakarız peki, baktık da zaten; ama ben de bunalırsam, ben de sığmazsam evlere, nerelere kaçarım?
İki parça önü, iğneleyip bıraktım. Etekleri biçmem gerek bir yandan. Makineye oturunca çekileceklerin tümünü çekip kalkmalıyım. Bluz kalır. Belki ikinci elbiseyi bile çıkaramam. Bir gün daha çağırsın. Hani o da yardım edecekti. Kız kardeşi de gelecekmiş sözde. Ufak tefek işleri biz yaparız, hiç merak etme sen, demişti.
—Önlerin karşılığını siz alırsınız değil mi?
—Alırım alırım, tabii, dedi. Çayı demledim, şimdi geliyorum.
“Süheyla Hanım, aynı Süheyla Hanım”mış. Liseye giden kızma söylüyor bunu. Sanki kız beni bilmiyor ya da varsa bir değişiklik kendi gözleriyle fark edemeyecek. Bu, yalnızca kadınlar arasında geçebilecek bir konuşma. Çocukluğumdan beri duyarım; ama bana hiç söylenmemişti. Bir iltifat biçimi sanırmışım meğer. Bu sözün söylendiği kadınlar gülümserdi, azıcık mahcup olur, söyleyecek bir söz bulamamanın sıkıntısını çekerlerdi. Ne desinler zavallılar? Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için ne olur bağışlayın; ama ne yapayım, hala genç ve güzelim işte. Evet evet! Bir çekememezlik var bu sözde, iltifat diye söylendiğinde bile. Herkes zamanın yıpratıcı etkilerini duyar, tenine, gözaltlarına, kırışıklarına yansıtırken sen, nasıl oluyor da yaşıtlarına ihanet edebiliyorsun? Onları vuran zamanı yanıltmak için ne yaptın? Bizim bildiğimizden başka bir yaşamın mı var, seni genç tutan (gizli) bir ilişki içinde misin? Sevgili falan? Hadi hadi ne haltlar çeviriyorsun? Böyle de bir suçlama içeriyor. Ben aptal, belki teşekkür bile etmişimdir kadına. O anda tepki göstermek aklımın uçundan geçmedi.
Çaylarla birlikte kekler, kurabiyeler de getirmiş, öğle yemeği çıkarmaya pek niyeti yok galiba. Öyle ya, yemekle falan uğraşırken işten kaybetmeyelim istiyor.
“Hatırını bile soramadım doğru dürüst. Sen de gelir gelmez gömüldün işlere,” diyor. Tipik ev sahipliği numarası bu. Yalnızca terzi kadın değilsin, bu evin konuğusun demek istiyor. Ama işler zaten ortadaydı ve beni bekliyordu. Lafla oyalansaydım ne yapardı acaba?
“İş beklemez,” diyorum ben de, yalandan. Oynuyoruz karşılıklı. O nazik, kibar, ev sahibi ve patron kadını oynuyor; ben işine düşkün terzi işçiyi.
Mahallede süsüne püsüne düşkün kadınlara mı söylenirdi o söz? Kimlere söylenirdi? Eve çamaşıra, temizliğe, gündeliğe gelenlere? Yok canım... Onlar değişmezler pek. Neleri değişsin? Aynı eski manto, aynı başörtüsü. Onlara değil, en çok civeleklere söylenirdi. Geçkin civeleklere. Uyduruyorum. Çocukluğumdan tanıdığım geçkin civelekler mi var? Var elbet, olmaz mı? Mualla Hanım. Tabii ya Mualla Hanım'a söylenirdi. En çok ona. Oksijen şansı saçlarında bigudiler; kaşlar esnek, ince bir yay; bol pudralı, bol allıklı bir surat. Kırmızı rujlar, kırmızı ojeler, kırmızı yanaklar. .. Mahallenin bütün delikanlılarıyla kırıştırdı. Kocasının üstüne. Ben Mualla Hanım değilim. Sekiz ay, beş gün oldu gideli, kim görmüş, kiminle?
Geleceğim, dedi; ama gelmeyebilir. Aklına öyle eserse?.. Haber falan da vermez. Elin böğründe öyle beklersin. Bir sekiz ay sonra yine bir telefon: “Çok özledim sizi, gözümde tüttünüz.” Ama ya gelirse? Üç gün sonra... Ne yapacağım? Hiçbir şey olmamış gibi davranabilir miyim? “Evine hoş geldin, madem geldin, kaldığımız yerden sürdürebiliriz şimdi.” Oysa her şey değişti, her şey. Ben eski Süheyla Hanım değilim. Öyle, bir başına bırakılmış bir kadınım. Bana aşık olduğunu sanırdım oysa. “Ah, ne aldanmışım!” Sevgi öyle pat diye biter miymiş? Ona sorsan, bittiği falan yok, der. Öyle mi der? Bilmem. Ne zaman ne söyleyeceğini, ne zaman ne yapacağım bilmiyorum artık. O benim neyim? Onu da bilmiyorum. Kimi karşılayacağım ben şimdi? Kocamı mı, eski kocamı mı, sevgilimi mi, beni terk edip giden erkeği mi? Bir yabancıymış gibi davransam? Buyrun, ne içersiniz? Olmaz, ayıp! Hem gerçekten, söylediği gibi beni seviyorsa hâlâ? Çocukların ona ihtiyacı var. Benim yok mu? Yalnız nasıl yaşanacağım bilmem ki! Sekiz ayda da öğrenilmiyor. Saçımı okşayandı o, ellerimi. Sertleşti ellerim, hantallaştı. Kumaşın üstünde uçardı eskiden, şimdi diken. Artık eve giderken rakı almam gerekmiyor. Şarkılar da bitti, ikinci kadehten sonra mutlaka şarkı söylerdi. “Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken / Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken” Önceleri yavaştan başlardı, mırıldanır gibi; sonra beni de çeker alırdı yanma. Sen de söyle, diye üstelerdi. Hadi o şarkıyı söyle. “Söylemek istesem gönüldekini / Dilime dolanan ıstırap olur”. Sesim güzeldi o zamanlar, şimdi nasıldır kim bilir? Söylerdim. Sekiz aydır her şeyi unuttum. Neden hiç aramadı? Gittiğinden beri. Bir tek dün, geleceğini söylemek için.
Nasıl gelir? Çiçekle? Yok canım, romantik aşıklar gibi görünmek istemez. Çocuklara bir şeyler getirir. Büyük oğlana bir kitap, küçüğe bir oyuncak. Benim için bir şey almış mıdır? Hala seviyorsa belki. Başka bir kadın mı var, demiştim. Filmlerde hep öyle sorarlar ya! Neden gidiyorsun? Neden diye sorma, demişti. Benden bir şikayetin mi var, demedim. Neyimi beğenmiyorsun, diye sormadım. Olur ya bazen, bir davranışın sinirine dokunuyordur. Ağzını şapırdatarak yemek yeyişin falan. Sorsam söyler miydi? Neler yaşıyordu, bunalımı neydi, nedendi; hiç anlamadım. Niçin sığamıyordu evlere, evlendiğimizden beri bir şey yapmayan duvarlar neden üstüne gelmeye başlamıştı. O da beni, bunların anlatılabileceği biri gibi görmemiş demek. “Merhaba” diyecek. “Nasılsınız?” Ne diyeceğim? Midemin kabarması ağzıma yükselecek. Konuşamam; gerisin geri gitmesinden korkarım, sitem edemem; yeniden bunalımlara kapılmasından ürkerim, bağıramam. Ne yapacağım? Yalnız kırışık bir gülümseyiş. Bunu anlamalı. Artık, en sonunda kırıldığımı anlaması gerek. Bu kalp çamurdan değil. Başımı hafifçe çevirir, döner giderim. Mutfakta görülecek işlerim var. Becerebilir miyim? Niye bana böyle davranıyorsun, der. Yine yanıtımı sessiz, gülümseyişimi buruşuk tutabilir miyim? Ya bir daha görünmemek üzere çekip giderse? Belki hiç gitmez artık. Belki istediği süre dolmuştur. Anlamak, öğrenmek istediği her neyse anlayıp öğrenmiştir. Bizsiz yapamayacağını, bizi sandığından daha çok sevdiğini... Aslında bir daha gitmemek üzere geldiğini...
—Çocuklar nasıl, koçan iyi mi?
—Çocuklar iyi, diyorum. Büyük okula gidiyor, küçük daha başlamadı, seneye kısmetse.
—Ya koçan, diyor.
—O da iyi, diyorum.
—Önceki yıl kimi sorunlar vardı, îşten ayrılmıştı. Anlatıyordun, tatsızlıklar falan çıkıyordu, hani. Bitti mi onlar, düzeldi mi?
—Bunları mı anlattım size, diyorum. Gerçekten şaşılacak şey! Ben? Bir yabancıya? Bunlar aile sırrı sayılır, nasıl söylemişim?
—Kötü etmişim, diye düzeltmeye çalışıyorum. Tam burada annem gibi konuşmam gerek işte:
—Zaten herkesin kaldıramayacağı kadar derdi var. Bizimki de nedir; çocuk oyuncağı. Hem sevdalılar kötü olmaz birbirine. Azıcık şamata muhabbettendir, iyice sessiz kalırsa bir ev, o zaman kork.
—Haklısın, diyor başım sallayıp. Düzeldiniz demek.
—Biz hiç bozulmadık ki, diyorum. Hani geldiğimde siz demiştiniz ya “Süheyla Hanım aynı Süheyla hanım” diye, öyle gerçekten. Ben hiç değişmedim. O da öyle. Neredeyse on yıl oluyor evlendiğimiz, bir günden bir güne sesimizi yükseltmedik birbirimize. Bağırıp çağırdığımızı duyan olmamıştır. Ben, bazen, öyle kendi kendime söylenirim; ama ona duyurmam. Duysa bırakıp gider zaten. Çok hassastır. Bir geceyi bile ayrı geçirmedik daha. Bir yere gidecek olsa, her saat telefon. Çocuklar da böyle alıştılar, arayıp sormasa ölürler ilgisizlikten.
Derin bir soluk alıyorum:
—Şimdi eteği biçerken kendi kendime düşünüyordum ben de. Giderken balık alacağım bu gece, bir de rakı. Çoktandır kafa kafaya verip içmedik birlikte; içmedik, şarkı söylemedik. Eski şarkıları sever misiniz siz de. Ne güzel şarkıdır o. “Söylemek istesem gönüldekini...”
Hiç duraksamadan şarkıya başlıyorum. Şarkı söylemek iyidir, işi kolaylaştırır, yaşamayı... Figen Hanım ilk kez görüyor şarkı söylediğimi. “Ne haber,” diyorum içimden. “Aynı Süheyla Hanım mıymışım?” Bu gece eve giderken rakı almayı unutmamalıyım.
Nerden bulmuş bu kumaşı, ninemden kalma. Paraya kıyıp yenisini almaz; kıyıda köşede ne bulmuşsa... Kıza bluz dikecekmişiz bundan. O, ben gelirken çıkan kız da -o değişmiş, aynı değil, boylanmış, genç kız kalıbına girmiş- hayatta bu bluzu giymez. Üstelik bebe yaka yapacakmışız. Ayol, bebe yaka mı kaldı artık; bizim çocukluğumuzdaydı bebe yakalar, şapşal yakalar, Amerikan yakalar. Bluz hele biraz beklesin bakalım. Önce elbiseleri keselim biz. Şu “boydan” modasının çıkması iyi oldu. Çırak giderken Hikmet Teyze'ye, nervürlerle uğraşırdık, göğüs pensi, sırt pensi, bel dikişi, elbise dedin mi bele tam oturacak, etekler kloş ya da daire kloş, astarlar, farbalalar... İyi ki de Hikmet Teyze varmış mahallede, iyi ki de bizimkiler okula göndermeyince annem “Eli iğne iplik tutsun,” deyip beni onun yanma vermeyi akıl etmiş. “Kocası kötü çıkarsa işine yarar, iyi çıkarsa kolunda bulunsun, altın bilezik, ister yabancıya, ister kendine. Hele eli biraz kırılsın.” Nur içinde yatsın, anacığım hayatta olsaydı da görseydi iki çocuğumu da elin dikişiyle büyüttüğümü. Bugünleri önceden bilmiş sanki.
“Neden, diye sormak yasak mı?” demiştim son gece. “Yasak!” demişti o da. “Neden?” dedim. Kötü bir şey yapacakmış gibi baktı. Ölecekmiş, öldürecekmiş gibi. “Yani neden yasak diye soruyorum,” dedim. Bakmadı bu sefer, şakaklarında birkaç damarın seğirdiğini gördüm. Epey sonra, sakinleştikten, gideceğini ve benim tepki göstermemeyi kabul ettiğimi sandıktan epey sonra, çok sıradan bir şey söylercesine. “Pek fazla bekleme beni,” dedi. “Gençsin güzelsin bulursun başka birini.” Ben ağlamaya başlayınca bunu söylediğinde de pişman oldu; ama söyledi bir kere.
Üç gün sonra geliyor. Bizi bırakıp gittiğinden beri ilk kez. Üstelik haber vererek, izin isteyerek, yabancı gibi. Çocukları çok özlemişmiş, beni de tabii. “Gözümde tüttünüz,” dedi. Biz tüteriz hep öyle zaten, madem gözünde tütecektik, niye gittin? Diyemedim, tutuldum kaldım. Sesinin rengini bile ayırt edemedim. Keyfi yerinde mi, ölesiye mutsuzluklarından birini mi yaşamakta gene? Bizi özledi mi gerçekten, bu da başka türlü bir veda mı?
Teyel ipliği nerede?
Figen Hanım, diye seslendim içeriye. Teyel ipliğini bulamıyorum.
“Ah, ben de ne unuttum diye düşünüyordum, dedi. Gitti, makinenin çekmecelerinden bir beyaz makara bulup geldi.
—Şu makaradan kullansak?
—Kullanalım da o iplik çok sağlam. Sonra iğneyle kurcalarken tel çekersiniz kumaştan.
Böylece teyel sökme işinin onlara ait olduğunu hatırlattım aklımca. Kızı, kardeşi, kim gelirse... Sürfileleri de onları yaptıracağım, ince dikişleri de. Ne bulduysa yığdı önüme. Bir günde bu kadar şey dikilir mi? İki etek, iki elbise, bir bluz. Geceye kalsam bile yetiştiremem. Aslında huysuzluğum sabahki laf yüzünden. Yalan söylüyor, aynı Süheyla Hanım değilim. Hem benim çektiklerimi çekip aynı kalabilir mi insan? Saçım beyazlamaya başladı bile. Yüzümdeki kırışıklar artacak, boynum buruş buruş olacak. Sonra yüzüm sarkacak, köpek yanakları gibi iki yanımdan sallanacak yanaklarım, burundan ağıza doğru derin, simetrik iki çizgi, bir gıdı... “alnımdaki hattı yaşamın matemi sanma!” Sıkılmış, bunalmış, artık evlere sığamıyormuş. Bir süre, kendisin! toparlayıncaya kadar... “Çocuklara zaten sen bakıyorsun, benim kazandığım ne?” Bakarız peki, baktık da zaten; ama ben de bunalırsam, ben de sığmazsam evlere, nerelere kaçarım?
İki parça önü, iğneleyip bıraktım. Etekleri biçmem gerek bir yandan. Makineye oturunca çekileceklerin tümünü çekip kalkmalıyım. Bluz kalır. Belki ikinci elbiseyi bile çıkaramam. Bir gün daha çağırsın. Hani o da yardım edecekti. Kız kardeşi de gelecekmiş sözde. Ufak tefek işleri biz yaparız, hiç merak etme sen, demişti.
—Önlerin karşılığını siz alırsınız değil mi?
—Alırım alırım, tabii, dedi. Çayı demledim, şimdi geliyorum.
“Süheyla Hanım, aynı Süheyla Hanım”mış. Liseye giden kızma söylüyor bunu. Sanki kız beni bilmiyor ya da varsa bir değişiklik kendi gözleriyle fark edemeyecek. Bu, yalnızca kadınlar arasında geçebilecek bir konuşma. Çocukluğumdan beri duyarım; ama bana hiç söylenmemişti. Bir iltifat biçimi sanırmışım meğer. Bu sözün söylendiği kadınlar gülümserdi, azıcık mahcup olur, söyleyecek bir söz bulamamanın sıkıntısını çekerlerdi. Ne desinler zavallılar? Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için ne olur bağışlayın; ama ne yapayım, hala genç ve güzelim işte. Evet evet! Bir çekememezlik var bu sözde, iltifat diye söylendiğinde bile. Herkes zamanın yıpratıcı etkilerini duyar, tenine, gözaltlarına, kırışıklarına yansıtırken sen, nasıl oluyor da yaşıtlarına ihanet edebiliyorsun? Onları vuran zamanı yanıltmak için ne yaptın? Bizim bildiğimizden başka bir yaşamın mı var, seni genç tutan (gizli) bir ilişki içinde misin? Sevgili falan? Hadi hadi ne haltlar çeviriyorsun? Böyle de bir suçlama içeriyor. Ben aptal, belki teşekkür bile etmişimdir kadına. O anda tepki göstermek aklımın uçundan geçmedi.
Çaylarla birlikte kekler, kurabiyeler de getirmiş, öğle yemeği çıkarmaya pek niyeti yok galiba. Öyle ya, yemekle falan uğraşırken işten kaybetmeyelim istiyor.
“Hatırını bile soramadım doğru dürüst. Sen de gelir gelmez gömüldün işlere,” diyor. Tipik ev sahipliği numarası bu. Yalnızca terzi kadın değilsin, bu evin konuğusun demek istiyor. Ama işler zaten ortadaydı ve beni bekliyordu. Lafla oyalansaydım ne yapardı acaba?
“İş beklemez,” diyorum ben de, yalandan. Oynuyoruz karşılıklı. O nazik, kibar, ev sahibi ve patron kadını oynuyor; ben işine düşkün terzi işçiyi.
Mahallede süsüne püsüne düşkün kadınlara mı söylenirdi o söz? Kimlere söylenirdi? Eve çamaşıra, temizliğe, gündeliğe gelenlere? Yok canım... Onlar değişmezler pek. Neleri değişsin? Aynı eski manto, aynı başörtüsü. Onlara değil, en çok civeleklere söylenirdi. Geçkin civeleklere. Uyduruyorum. Çocukluğumdan tanıdığım geçkin civelekler mi var? Var elbet, olmaz mı? Mualla Hanım. Tabii ya Mualla Hanım'a söylenirdi. En çok ona. Oksijen şansı saçlarında bigudiler; kaşlar esnek, ince bir yay; bol pudralı, bol allıklı bir surat. Kırmızı rujlar, kırmızı ojeler, kırmızı yanaklar. .. Mahallenin bütün delikanlılarıyla kırıştırdı. Kocasının üstüne. Ben Mualla Hanım değilim. Sekiz ay, beş gün oldu gideli, kim görmüş, kiminle?
Geleceğim, dedi; ama gelmeyebilir. Aklına öyle eserse?.. Haber falan da vermez. Elin böğründe öyle beklersin. Bir sekiz ay sonra yine bir telefon: “Çok özledim sizi, gözümde tüttünüz.” Ama ya gelirse? Üç gün sonra... Ne yapacağım? Hiçbir şey olmamış gibi davranabilir miyim? “Evine hoş geldin, madem geldin, kaldığımız yerden sürdürebiliriz şimdi.” Oysa her şey değişti, her şey. Ben eski Süheyla Hanım değilim. Öyle, bir başına bırakılmış bir kadınım. Bana aşık olduğunu sanırdım oysa. “Ah, ne aldanmışım!” Sevgi öyle pat diye biter miymiş? Ona sorsan, bittiği falan yok, der. Öyle mi der? Bilmem. Ne zaman ne söyleyeceğini, ne zaman ne yapacağım bilmiyorum artık. O benim neyim? Onu da bilmiyorum. Kimi karşılayacağım ben şimdi? Kocamı mı, eski kocamı mı, sevgilimi mi, beni terk edip giden erkeği mi? Bir yabancıymış gibi davransam? Buyrun, ne içersiniz? Olmaz, ayıp! Hem gerçekten, söylediği gibi beni seviyorsa hâlâ? Çocukların ona ihtiyacı var. Benim yok mu? Yalnız nasıl yaşanacağım bilmem ki! Sekiz ayda da öğrenilmiyor. Saçımı okşayandı o, ellerimi. Sertleşti ellerim, hantallaştı. Kumaşın üstünde uçardı eskiden, şimdi diken. Artık eve giderken rakı almam gerekmiyor. Şarkılar da bitti, ikinci kadehten sonra mutlaka şarkı söylerdi. “Yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken / Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken” Önceleri yavaştan başlardı, mırıldanır gibi; sonra beni de çeker alırdı yanma. Sen de söyle, diye üstelerdi. Hadi o şarkıyı söyle. “Söylemek istesem gönüldekini / Dilime dolanan ıstırap olur”. Sesim güzeldi o zamanlar, şimdi nasıldır kim bilir? Söylerdim. Sekiz aydır her şeyi unuttum. Neden hiç aramadı? Gittiğinden beri. Bir tek dün, geleceğini söylemek için.
Nasıl gelir? Çiçekle? Yok canım, romantik aşıklar gibi görünmek istemez. Çocuklara bir şeyler getirir. Büyük oğlana bir kitap, küçüğe bir oyuncak. Benim için bir şey almış mıdır? Hala seviyorsa belki. Başka bir kadın mı var, demiştim. Filmlerde hep öyle sorarlar ya! Neden gidiyorsun? Neden diye sorma, demişti. Benden bir şikayetin mi var, demedim. Neyimi beğenmiyorsun, diye sormadım. Olur ya bazen, bir davranışın sinirine dokunuyordur. Ağzını şapırdatarak yemek yeyişin falan. Sorsam söyler miydi? Neler yaşıyordu, bunalımı neydi, nedendi; hiç anlamadım. Niçin sığamıyordu evlere, evlendiğimizden beri bir şey yapmayan duvarlar neden üstüne gelmeye başlamıştı. O da beni, bunların anlatılabileceği biri gibi görmemiş demek. “Merhaba” diyecek. “Nasılsınız?” Ne diyeceğim? Midemin kabarması ağzıma yükselecek. Konuşamam; gerisin geri gitmesinden korkarım, sitem edemem; yeniden bunalımlara kapılmasından ürkerim, bağıramam. Ne yapacağım? Yalnız kırışık bir gülümseyiş. Bunu anlamalı. Artık, en sonunda kırıldığımı anlaması gerek. Bu kalp çamurdan değil. Başımı hafifçe çevirir, döner giderim. Mutfakta görülecek işlerim var. Becerebilir miyim? Niye bana böyle davranıyorsun, der. Yine yanıtımı sessiz, gülümseyişimi buruşuk tutabilir miyim? Ya bir daha görünmemek üzere çekip giderse? Belki hiç gitmez artık. Belki istediği süre dolmuştur. Anlamak, öğrenmek istediği her neyse anlayıp öğrenmiştir. Bizsiz yapamayacağını, bizi sandığından daha çok sevdiğini... Aslında bir daha gitmemek üzere geldiğini...
—Çocuklar nasıl, koçan iyi mi?
—Çocuklar iyi, diyorum. Büyük okula gidiyor, küçük daha başlamadı, seneye kısmetse.
—Ya koçan, diyor.
—O da iyi, diyorum.
—Önceki yıl kimi sorunlar vardı, îşten ayrılmıştı. Anlatıyordun, tatsızlıklar falan çıkıyordu, hani. Bitti mi onlar, düzeldi mi?
—Bunları mı anlattım size, diyorum. Gerçekten şaşılacak şey! Ben? Bir yabancıya? Bunlar aile sırrı sayılır, nasıl söylemişim?
—Kötü etmişim, diye düzeltmeye çalışıyorum. Tam burada annem gibi konuşmam gerek işte:
—Zaten herkesin kaldıramayacağı kadar derdi var. Bizimki de nedir; çocuk oyuncağı. Hem sevdalılar kötü olmaz birbirine. Azıcık şamata muhabbettendir, iyice sessiz kalırsa bir ev, o zaman kork.
—Haklısın, diyor başım sallayıp. Düzeldiniz demek.
—Biz hiç bozulmadık ki, diyorum. Hani geldiğimde siz demiştiniz ya “Süheyla Hanım aynı Süheyla hanım” diye, öyle gerçekten. Ben hiç değişmedim. O da öyle. Neredeyse on yıl oluyor evlendiğimiz, bir günden bir güne sesimizi yükseltmedik birbirimize. Bağırıp çağırdığımızı duyan olmamıştır. Ben, bazen, öyle kendi kendime söylenirim; ama ona duyurmam. Duysa bırakıp gider zaten. Çok hassastır. Bir geceyi bile ayrı geçirmedik daha. Bir yere gidecek olsa, her saat telefon. Çocuklar da böyle alıştılar, arayıp sormasa ölürler ilgisizlikten.
Derin bir soluk alıyorum:
—Şimdi eteği biçerken kendi kendime düşünüyordum ben de. Giderken balık alacağım bu gece, bir de rakı. Çoktandır kafa kafaya verip içmedik birlikte; içmedik, şarkı söylemedik. Eski şarkıları sever misiniz siz de. Ne güzel şarkıdır o. “Söylemek istesem gönüldekini...”
Hiç duraksamadan şarkıya başlıyorum. Şarkı söylemek iyidir, işi kolaylaştırır, yaşamayı... Figen Hanım ilk kez görüyor şarkı söylediğimi. “Ne haber,” diyorum içimden. “Aynı Süheyla Hanım mıymışım?” Bu gece eve giderken rakı almayı unutmamalıyım.
Feyza Hepçilingirler
1996-İstanbul
Çok ince👏 Bilmez idim bu hikâyeyi, bildirene selam olsun🌻
YanıtlaSil😊
SilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil